Acıkmamızdaki en büyük foktör, kapı bekçisidir. Evet, yanlış duymadınız “kapı bekçisi”. Metabolizmamızda var olan, lipaz enzimi adını verdiğimiz bir enzim kandaki metabolitlerin seviyesini değiştirerek açlık oluşumuna sebep olur.

Bu enzim tıpta kapı bekçisi olarak adlandırılır. Sözün doğrusu, bu enzimi yalnız başına bu kadar büyük bir zan altında bırakmak çok da doğru olmaz. Zira, açlığa neden olan daha birçok faktör mevcuttur. Açlık, besin alımını uyaran içten gelen işaretler seti olarak tanımlanabilir. Bu durumu daha da açıklığa kavuşturmak gerekirse, açlık, çoğu zaman ağrı hissi ile birlikte bulunan, hoş olmayan, organizmanın besin ihtiyacını belirten bir duygudur denebilir.

Köpekler, doksan ile yüz gün hiçbir şey yemeden yaşayabilirken kuşlar sadece yedi ile on gün yaşayabiliyorlar. Bu durum, biz insanlarda daha labîl bir görüntü sergiliyor. Bir insan hiçbir şey yemeden bir ay ile iki buçuk ay, yani otuz ile yetmiş beş gün yaşayabiliyor. Görüldüğü gibi en alt sınırla en üst sınır arası bir hayli açık. Bunun nedeni ise şudur: Açlık süresi, bireyin vücut yapısına ve yağ deposu miktarına göre değişebilmekte, her insanda farklı bir açlığa dayanabilme süresi gelişebilmektedir.

Bu arada şunu da açıklamakta fayda var: Açlığa dayanma konusunda kadınların erkeklere karşı kesin bir üstünlüğü vardır. Çünkü, açlıkta bireylerde sinirlilik, gerginlik, midede kramplar, baş ağrısı, ağız ve boğazda kuruluk gibi klinik bulgular görülür ve bu bulgular erkeklerde kadınlara oranla daha yoğun şekildedir.

Açlık ve sonrasında insan vücudu neler yaşar? Hangi görüntüye bürünür?

İsterseniz biraz bunlardan bahsedelim. Uzun süreli açlıkta, önce yağ dokuları, sonra kaslar erimeye başlar. Vücut gözle görülecek kadar zayıflamıştır. Ayaklar karın üzerine kıvrılmış, kollar göğüs kısmında çaprazlaşmış vaziyettedir. Deri elastikiyetini kaybetmiş, kuru ve soluk renktedir. Eklemler çok ağrılıdır, dokunma ve hareketle büyük acı hissedilir.

Yüzde ani renk değişiklikleri olabilir. Dil düz ve kırmızıdır, ağızda ve dudaklarda yaralar oluşmaya başlamıştır. Tansiyon düşmüş, aşırı halsizlik ve huzursuzluk başlamıştır. Sürekli ishal hali vardır. Dayanma süresini en uzun süreden alırsak, yetmişbeş gün sonra artık vücutta ölüm başlamıştır. Geriye dönüş pek yoktur. Sanırız, içinizi bir hayli kararttık. İsterseniz, biraz da tokluktan bahsederek durumu kurtarmaya çalışalım.

Tokluk organizmanın besine ihtiyacı olmadığını gösteren bir duygudur. Tokluk, iştahın aksine birdenbire oluşur. Tokluk midede şişliği, dolgunluk hissini, yorgunluk ve uyku halini birlikte getirir. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Su alımı, yani bolca su içmek açlığa dayanma süresini uzatabilmekte, tokluk hissini de geliştirebilmektedir.

İştah ise, ağız suyu akması ile doğru orantılıdır. Çünkü, iştahta ağız ve mide salgılarında normalin üzerinde bir sekresyon, yani salgılanma vardır. Eğer dalgınsanız veya kendinizi yemeğe çok fazla kaptırmışsanız, gerçekten ağzınızın kenarından bu sıvılar akabilir. Ağızda bu salyanın uyarılmasını sağlayan etmenlerden bir tanesi sıcak ve soğuk uyarımdır.

Yani, şöyle sıcak bir kahveyi yudumladığınızda veya buz gibi bir içecekten bir yudum aldığınızda, bu salgılar uyarılabilmekte ve de sizin iştahınız açılıvermektedir. Çiğneme ile oluşan uyarımlar da vardır. Yiyeceklerin tat ve lezzetleri de iştahınızı birdenbire uyarabilmektedir. Gayet tabii ki, bir de psikolojik uyarımlar mevcuttur. Örneğin, durup dururken sevdiğiniz bir yemeği hayal ettiğinizde, tok olduğunuz halde iştahınızı kabartabilirsiniz.

Fakat şu da bilinmelidir ki, iştah beslenme kültürü ile sıkı sıkıya ilgilidir. Alışkanlık, açlık veya iştahın fizyolojik fonksiyonlarını değiştirmemekle birlikte, bu sinyallere cevap olarak bireyi daha dikkatli veya dikkatsiz besin almaya yöneltir. Bazı araştırmacılar, bireyin besin seçimini beynindeki nörotransmiterlerin kontrol ettiğini savunurlar.

Yani, o anda sevgili nörotransmiterlerimizin canı ne çektiyse bize onu istetiyorlar. Anlıyacağınız bu işte biz sadece aracı oluyoruz. Hatta bu araştırmacılar işi daha da ileri götürüp bu durumu kalıtıma bağlıyorlar. Yani, annemiz, babamız veya halamız, dedemizin nörotransmiterleri neyi seviyor, hangi yiyeceklerden hoşlanıyorlarsa, biz de bu akrabalarımızın sevdiği yiyeceklerin bir veya birkaçından hoşlanıyoruz. Çünkü, onlardaki nörotransmiterler bizimkilerle akraba oluyorlar.

Durumu kısaca toparlayacak olursak, açlığın karşıtı tokluktur, ikisinin ortasında da iştah vardır. Bizim size tavsiyemiz, bu üçlüye dikkat edin, sürekli kontrolünüzde tutun ve size hükmetmelerine asla izin vermeyin. İnsan bedeninin yeryüzündeki son derece değişik beslenme tarzlarına uyum sağlama yeteneği şaşırtıcıdır.

Gezegenimizde milyarlarca insan yaşıyor. Bunların hepsi de değişik yiyeceklerle besleniyor ve değişik hastalıklara yakalanıyor. İnsan bedeni şaşılacak kadar sağlam bir makinedir. Besinlerdeki önemli değişikliklere belirli bir sınıra kadar katlanır. Bu sayede günümüze dek türünü sürdürmeyi başarabilmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir